Sevgili dostlar, insanoğlu günlük hayatta kullandığı kelimelerin
nereden geldiğini, neden öyle söylendiğini hep
merak eder, sorar, araştırır. Çünkü bizler dünyaya gönderildiğimizde
ilk önce kelimelerle tanışırız. Dünyayı ve
hayatı kelimeler üzerinden öğreniriz. Kelimeler kalbimize,
ruhumuza, duygularımıza hitap eder. Dış dünyadan iç
âlemimize mesajlar taşır. Öyle ki, kimi kelimeler şefkati,
muhabbeti; kimi kelimeler güveni, samimiyeti; kimi kelimeler
ise ümidi ve hasreti ifade eder. Öyle kelimeler
de vardır ki dilimizde zarafeti, asaleti, cesareti, şehameti
anlatır ve yansıtır, yürekleri coşturur.
Bu nedenle insanla, lisan arasında çok derin ve köklü bir
bağ vardır. Zira insan; fikirlerini, duygularını, beklentilerini,
hayallerini dış dünyaya dilin yapı taşları olan kelimelerle
yansıtır. Lisan, insanın âyinesi, bir iletişim köprüsü
oluverir. Bu ayna ve köprü ne kadar büyük ve geniş
olursa, o nisbette kişi, iç dünyasını dışarıya başarıyla ve
kazasız aktarabilir, yansıtabilir.
Bediüzzaman Hazretleri “Muhâkemât” isimli eserinde
lisan hakkında şu tespiti yapar: “Bir milletin mizacı
(şahsiyeti, karakteri) o milletin hissiyatının menşei (kaynağı)
olduğu gibi, lisan-ı millisi de hissiyatının makesidir
(âyinesidir).” Yani bir milletin karakter özellikleri, milli
şahsiyeti hislerinden, duygularından kaynaklandığı gibi,
konuştuğu milli lisanı da, hislerinin, duygularının göstergesidir.
Dolayısıyla bu milletin evlatları olarak bizler,
kelime hazinemizi arttırıp, dilimizin sınırlarını genişlettikçe
lisanın özelliklerini, inceliklerini öğrenmeye çalıştıkça,
dilimizin güzellikleri hayatımıza, şahsiyetimize de
yansıyıp bizi olgunlaştıracaktır, güzelleştirecektir. Zira
Anadolu’nun dili, devletler kuran, tarihe medeniyetler
miras bırakan, tüm cihanı imana ve İslam’a çağıran bir
imparatorluk dilidir.
Nihat Sami Banarlı çok değerli “Türkçenin Sırları” isimli
kitabında “imparatorluk dilleri” hakkında şöyle söyler:
Bir kısım diller vardır ki, bir vatanda değil, birçok vatanlarda
devlet kurmuş, hâkimiyet kurmuş büyük milletlerin
dilidir. Bu diller pek tabii olarak, medeniyet ve hâkimiyet
götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de
zengin büyük dillerdir.
İmparatorluk dilleri, milletlerin hâkim oldukları topraklardan
vergi alır, baç alır, mahsul toplar gibi, kelime de
alırlar. Hem bu alışın ölçüsü de yoktur. Kendilerine lazım
olduğu kadar veya canları istediği kadar alabilirler… Öte
yandan aynı ülkelerden derledikleri lüzumlu kelimeleri
kendi dillerinin gramerine, estetiğine ve fonetiğine göre
millileştirerek kendi kelimeleri yaparlar. Biz bunlara öteden
beri fethedilmiş ülkeler gibi fethedilmiş kelimeler diyoruz.
Ancak yeryüzünde ve cihan tarihinde imparatorluk
dili olmamış diller çok, fakat imparatorluk dilleri azdır.
Çünkü dünya tarihinde hem askeri ve idari imparatorluk
hem de dil ve kültür imparatorluğu karabilmiş millet azdır.
Bu saydığımız vasıflara, şüphesiz bazı mühim farklarla
uygun imparatorluk dilleri, denilebilir ki, Latince, Arapça,
İngilizce, ve Türkçedir. Bu dillerin hiç biri Özdil değildir.
Esasen yeryüzünde hiçbir kültür ve medeniyet dili hiçbir
zaman Özdil almak taassubuna ve basitliğine iltifat etmemiştir.”
Hâlbuki bugün böyle bir imparatorluk diline, mirasına,
alt yapısına sahip bir milletin evlatları olarak bizler ne
haldeyiz. Mesela bir İngiliz lise öğrencisi, 16. yüzyılda
yaşamış Şekspir’in eserlerini okur, anlar, tefekkür eder,
geçmişiyle bir bağ kurabilir. Yine bir Fransız talebe 19.
asırda yaşamış, eserler vermiş Victor Hugo’yu okuyup
anlayabilir. Fakat ne acıdır ki, Anadolu’nun çocuğu, 16.
yüzyılda yaşamış Fuzuli’yi okuyamaz, okusa da anlayamaz.
Ahmed Cevdet Paşanın eserlerine bir ecnebi kadar
yabancıdır, uzaktır. Hatta daha dün denebilecek bir dönemde
yaşamış Mehmed Akif’in safahatını orijinalinden
okuyamaz. Şairimizin Latin harflerine çevrilmiş şiirlerinden
bile lügat kullanmadan istifade edemez. Bunun pek
çok sebebi var. Lakin en önemli sebep, nesiller arasında
köprü olan dilimize, kelimelerimize yabancılaşmamız
veya yabancılaştırılmamız gerçeğidir.
Diğer önemli bir nokta ise kelimelerin gücüdür, tesir sahasıdır.
Zira kelimeleri tanımayanlar, kelimelerin gücünü
ve tesir kuvvetini bilemezler. Bu nedenle bir milleti tanımak
için diline, kullandığı kelimelerine bakmak gerekir.
Bir milleti ele geçirmek, tarih sahnesinden silmek için
ise Konfüçyüs’ün dediği gibi “Geçmişle en önemli bir bağ
olan dilini, kullandığı kelimelerini ellerinden almak yeterlidir.”
İşte biz de tam bu noktadan hareketle geçmişimizle,
tarihimizle, milli hafızamızla köprülük yapan kelimelerimizi
tanımaya çalışıyoruz. Ecdadımızın elinde işlenmiş,
milletimizin gönlünde yoğrulmuş, annemizin ak sütü gibi
bizden bir parça olmuş kelimelerimizi keşfetmek adına
yola çıkıyoruz.
Evet, kitabın isminde de geçtiği gibi kelimelerimizin kökenlerine
yolculuk yapıyoruz. Haydi, Bismillah…